Kolektif Kitap’tan çıkan "İnsan Hayvan ve Ötesi" vesilesiyle kitabın yazarlarından Ezgi Burgan ile hayvan çalışmalarını konuştuk.
Aslan Erdem: Ezgi, felsefe tarihi içinde adı sıklıkla anılan hemen her filozofun hayvanlar üzerine zaman zaman düşündüklerini biliyoruz. Kant, Levinas, Nietzsche ve hatta bu konuda bir canavar olduğunu söyleyebileceğimiz Descartes ilk kalemde aklıma gelenler. Bununla birlikte akıl ve insan merkezli aydınlanmacı felsefenin kurduğu dünyaya ve dayattığı oluş’a alternatif bir dünya tasavvuru ve oluş imkânı sunan hayvan çalışmaları bu felsefi etüdlerden bütünüyle uzak, görece yeni sayılabilecek bir alan. Biz bugün “hayvan çalışmaları” dediğimizde yeni bir düzenden ve düşünme pratiğinden bahsediyoruz. Dilersen, bu yeni düzenin hangi sorular etrafında geliştiğini, nasıl bir tarihsel seyir izlediği konuşarak başlayalım...
Ezgi Burgan: Öyleyse ilk önce hayvan çalışmaları ile ne kastettiğimizi konuşmak gerekecek, hayvan sorusuyla ilgili, yaklaşık yirmi disiplinin dahil olduğu pek çok çerçeve ya da alt tanım var: biyoloji, zooloji gibi fen bilimlerinin dahil olduğu hayvan davranışlarına odaklanan bir tür hayvan çalışmaları var, insan-hayvan çalışmaları, eleştirel hayvan çalışmaları, feminist hayvan çalışmaları,… Yani hayvan çalışmaları ifadesini şemsiye bir kavram olarak kullanabiliriz ama bunu yaptığımızda, bunun birbirinden çok farklı problematikleri kapsadığını da hatırlamak gerekiyor. Bütün bu farklılığın ve çeşitliliğin 1970’lerde yaşanan bir kırılmayla canlandığını görüyoruz, ortak noktada insanmerkezciliğin, insanı hayvandan ayıran ve üstün olarak konumlandıran ikiliklerin sorgulandığı bir kırılma bu. Ve bu tabii ki dünyamızın içinden geçtiği tarihsel dönüşümle yakından ilişkili. Bu dönemde yeni toplumsal hareketlerin çeşitli ve geniş bir çerçevede ele aldığı özgürlük mücadelesine -cinsiyet, sınıf gibi- hayvan hakları ve hayvan özgürleşmesi hareketi de dahil olmaya başlıyor. Yani bu düşünme pratiği, yeni toplumsal hareketlerde ortaya konan kavramsal enstrümanların -işte türcülük, insanmerkezcilik, insanbiçimcilik, hayvan özgürlüğü gibi kavramların etrafında gelişmiş diyebiliriz. Zamanla politik hattan gelen sorularla disiplinlerin angaje olduğu bilimsel ve felsefi yaklaşımların kesiştiğini görüyoruz. Ama artık disiplinler de birbirinden öğrendiği ve birbiriyle iç içe geçtiği için, bu kesişimler daha da çeşitleniyor. Haraway ile birlikte türler arasındaki sınırlar, organik olanla teknolojik olan arasındaki ayrımı sorunsallaştırdığımız bir yere geldik. Şimdi bitkilerle, nesnelerle, virüslerle ilişkimizi konuşuyoruz, çok türlü bir dünyada türler nasıl ilişkiler kuruyor ve bu ilişkilerde dünyalar nasıl oluşuyor, bunu araştırıyoruz. Önümüzdeki dönemde bu problematik nasıl bir yere evrilecek ben de heyecanla düşünüyorum bunun üzerine.
AE: Hakikaten yeni durumlar, yeni imkânlar ya da krizler, dediğin gibi yeni tanımları da zorunlu kılacak gibi görünüyor. Meseleyi biraz daha özelleştirerek devam edelim: Doğu Batı dergisinin hayvan araştırmalarını merkeze alan “Faunaya Ağıt: Hayvan” başlıklı dosyasında yer alan “‘Bir Boğa Saldırısı’ndan ‘Adam Öldüren Boğa’ya: Normatif İktidar, İnsanmerkezci Söylemleri Nasıl İnşa Eder?” başlıklı yazın girişinde çalışmanın çıkış noktasını anlatıyorsun, okuyamayan dinleyicilerimiz için sormak istiyorum: Kendi ifadenle “bir adamın boğa saldırısı sonucu hayatını kaybettiğine dair pek çok haber okumuş ama herhangi bir boğa görmemiş bir araştırmacı” olarak Karandeniz yaylalarında ne yapıyorsun? Bize çalışmanız problematiğini nasıl inşa ettiğini, saha araştırmasının nasıl geçtiğini ve bu çalışmanın nihayetinde nereye varmayı hedeflediğini açıklar mısın?
EB: Boğa Ayvaz’ın hikayesi aslında benim alanda tesadüfen karşılaştığım bir hikaye, yani o yaylaya, Balahor yaylasına, orada bu hikayenin olduğunu bilerek gitmemiştim. Ama iktidar ilişkilerini düşünmek için, insan-hayvan karşılaşmalarında insan merkezci söylemlerin nasıl oluştuğunu gözlemlemek için, bu acı bir şekilde çok uygun bir hikâye oldu. Karadeniz yaylalarında ne yapıyorum? Karadeniz yaylalarında kısaca hikaye topluyorum, işte böyle. İnsan-hayvan karşılaşmalarının, çoğunlukla kadınlar ve hayvanlar arasındaki karşılaşmaların hikayeleri bunlar. Bu karşılaşmalar iki açıdan dikkatimi çekiyor benim: Bunlardan biri, bir feminist bilim pratiği sorusu olarak, bu karşılaşmaların kadınların özyaşam anlatılarında nasıl yer aldığı ve bu anlatılar aracılığıyla kadınların yaşamı nasıl ürettiklerini; bir başka deyişle kadınların hayvanlarda ne gördüğünü, onlardan neler öğrendiğini ve bunları nasıl hayata geçirdiğini merak ediyorum. Diğer yandan insan-hayvan ikiliği üzerinden insanı merkeze almayan bir bilim pratiği imkanı olarak, “hayvanlar” genel bir kategori olmaktan çıkıp, hayvancılık pratiklerinde ismi, yüzü ve tarihi olan “belirli bir hayvan”a işaret ettiğinde, bunun “o belirli hayvan”ın yaşamı açısından anlamının ne olduğunu soruyorum, yani hayvanların mal ve kaynak statüsünde kullanılması ile sürdürülebilen türcü bir ekonomik sistem içerisinde, hayvanları özne almanın imkanını ve türler arası yoldaşlık, sevgi ve şefkat bağları kurmanın imkanını, anlamını ve gücünü de aynı zamanda merak ediyorum.
Bu merakla Karadeniz’de üç yaylada misafir araştırmacı oldum. Bağlantılarımı tanıdıklar aracılığıyla kurdum ve her seferinde oldukça sıcak, aileden biri gibi karşılandım. Bunun tabii ki belli yaptırımları da oluyor, özellikle ataerkil bir toplumda evlenmemiş görece genç kadın bir araştırmacıysanız. Bizim toplumumuzda biliyorsunuz “misafirlik üç gündür” diye bir söz de var, dolayısıyla birkaç gün sonra gündelik hayatta yapılması gereken işlere dahil olmanız gerekiyor. Yani yer yer örneğin bulaşık yıkarken ve hayvanlarla hiç ilgili görülmeyen konular konuşurken, “Allahım bu konuştuklarımızın şimdi benim araştırmamla ne ilgisi var” diye düşündüğüm de oldu, çok ilgisi var, bu müdahilliğin araştırmanın önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum ben. Çünkü yaşam parçalı değil, parçaların bir araya gelmesinden oluşmuyor ki, biz sadece bir parçayı alıp inceleyelim. Bir ilişkiler ağı içerisindeyiz, sürekli ilişkiler örüyoruz ve bu ilişkilerde oluşuyoruz. Bu yüzden birbirimizi dinlememiz gerektiğini öğrendim en çok alandan. Ve nihayetinde de bunu anlamaya çalışıyorum, türler arası karşılaşmalarda birbirimizi nasıl dinleyebiliriz -ki bu her zaman aynı zamanda kendi türümüzle de bir karşılaşmayı içeriyor, bir yerde tür sınırların belirsizleşmesini de içeriyor. Bu karşılaşmalarda ben normatif, alışık olduğumuz bilimsel anlatılardan farklı bir hikaye duyuyorum alandan- hayvanlardan ve kadınlardan. Ve egemen anlatıların değer vermediği, yeterince bilimsel görmediği bu karşılaşmalardan, buradaki özneliklerden ve hikayelerden neler öğrenebiliriz, Kendi hikayemizi, yeryüzündeki bir arada yaşamın hikayesini, bu hikayelerle birlikte nasıl oluşturabiliriz ve dönüştürebiliriz? Diye soruyorum.
AE: Berger’ın nefis denemesi “Hayvanlara Niçin Bakarız?”dan ilhamla derinlikli bir kavram hâline getirdiğin “geçit”le devam edelim: Geçit, çoğun kartezyen karşıtlıklar arasında yaşanan bir deneyim... Hayvan çalışmalarında bu kavramı hangi bağlamda kullanıyoruz öncelikle bunu sormak istiyorum. Buna ek olarak söz konusu geçit’lerin yerküreye getireceği imkânlar neler olabilir?
EB: Berger’ın bu denemede bahsettiği deneyimin karşıtlıklar arasında olduğundan çok emin değilim ben. Bana göre daha ziyade kesişen, hatta belki birbiri üstüne kesişen, zaten bir arada olan, ama bizim alışık olduğumuz düzende, bir şimşek çakması gibi, bir göz açıp kapama gibi, “ah işte!” dediğimiz o kısacık anlarda fark ettiğimiz başka düzenlere işaret ediyor Berger. Aslında bir fotoğrafçının işlerinden, Pentti Sammallahti’nin fotoğraflarından hareketle konuşuyor. Bu fotoğraflarda insan düzeni görünür olsa da, ışığın bir hayvana, köşedeki bir kamyona, işte unutulmuş isimlere yöneltilmesiyle, insanın bir anda merkezi bir konumdan çıktığını ve gözden kaybolduğunu hissediyor Berger. Bu hayvan sorusuyla ilgili olarak, örneğin Derrida’nın banyoda kedisiyle göz göze geldiği anı bana hatırlatıyor; gündelik yaşamın sıradan akışında Derrida için bir anda ışığın başka bir yere çekildiğini görüyoruz, ve buradan hayvan sorusuna bir geçit açılıyor. Kedi bizde ne görüyor ve biz kedide ne görüyoruz? diye sorabiliyoruz. Bu sosyal bilimlerde hayvanı sorunsallaştırırken özneyi insandan alıp hayvana ve o belirli hayvanla kurulan ilişkiye taşıyabilme kudreti olan bir soru. Ve burada insanı incelesek de artık insan merkezi bir konumda değil ve o belirli hayvanla ilişki içerisinde oluşan bir insanı inceliyoruz. Hayvan çalışmaları bu anlamda, hayvanlarla ilişkimizi yeniden düşünmek ve hayvanların yaşamını dönüştürebilmek için bir geçit açmaya yarayan bir anahtar olabilir diye düşünüyorum.
AE: Çalışmanda “feminist şefkat etiği” kavramını kullanıyorsun. Bu çok da alışkın olmadığımız bir ifade belki. Bu kavram, nasıl bir ihtiyaç üzerine üretildi ve tam olarak nasıl bir anlam aralığına sahip?
EB: Feminist şefkat etiği kavramını Carol Adams ve Josephine Donovan’a referansla kullanıyorum. Onlar bununla ekofeminist bir şefkat etiğini (ecofeminist ethic of care) kastediyorlar ve bunu biraz da hayvan hakları yaklaşımının kullandığı dilin bir eleştirisi olarak sunuyorlar. Şunu eleştiriyorlar hayvan hakları yaklaşımının dilinde: Aydınlanma felsefesinden hareketle ikilikler inşa etmesi. Yani, öncelikle insan ve hayvan arasında bir kategorik ayrım ortaya koyması ve ilişkilerden ziyade özerk bir erkek insan kavrayışına dayanması. İkinci olarak da bu insan-hayvan ayrımına benzer şekilde akıl ve duygu arasında ikici bir ayrım yapması ve duygusallığı kadınsılaştırarak dışlaması. Yani hayvanları sevmek, onlarla duygusal bağ kurmak ve onlarla kurulan ilişkide yaşanılan sevinç, üzüntü gibi duygulardan hareketle üretilecek politikanın kadınsı görülmesini ve yeterince güçlü sayılmamasını eleştiriyorlar. Bu anlamda ekofeminist şefkat etiği hayvanlarla kurduğumuz ilişkide ortaya çıkan çeşitli duyguları bir bilme biçimi olarak tanıyor ve duyguların küçümsenmesiyle kadınların ikincilleştirilmesi arasındaki kesişime dikkatimizi çekiyor. Duyguların da bizi anlamlı bir şekilde tanımlayabileceğini iddia ediyor ve duygulara biraz daha güvenmeyi öneriyor.
AE: Ezgi, yaylayı kendi kuralları olan türler arası bir düzlem olarak konumlandırıyorsun; Karadeniz üzerinden düşündüğümüzde yayla dediğimiz düzlemi Anadolu’nun diğer coğrafyalarında ovalar, tarlalar olarak görüyoruz. Romantik tahayyül bu coğrafyalarda deneyimlenen insan-hayvan bir aradalığının karşılıklı rıza ilişkisi gibi olduğunu düşünüdürüyor bize; sanki her şey yolundaymış gibi... Bu aslında akıl ve insan merkezli dünyanın hayvana yaklaşırken devreye soktuğu normallik kavramı (Haraway’in ifadesiyle birer “konumlu bilgi”) fakat öte yandan tüm bu düzlemlere hayvan çalışmaları perspektifi içinden bakınca sınırsızca bir hayvan sömürüsü de görüyoruz. Baktığımız şey aynı fakat farklı çıktılar alıyoruz. Bunu nasıl okumalıyız ve nerede durmalıyız?
EB: Yayla etimolojik olarak yaylak’tan geliyor zaten, yani yaz geçirmek fiilinden türüyor, yazın geçirildiği yer anlamına geliyor. Ve dediğin gibi Anadolu’nun birçok coğrafyasında yaylalar var, rakımları değişebilir, evlerin ahırların yapısı ve orada geçirilen süre değişebilir iklime bağlı olarak, ve tabii yayladaki yaşamın nasıl ve hangi araçlarla kurulduğu değişebilir, orada hangi türlerin hangi koşullarda karşılaştığına bağlı olarak. Ama çoğunlukla yaylacılığın sadece bir insan pratiği değil bir insan-hayvan pratiği olduğunu görüyoruz, yani insanlar yaylaya ekonomik çıkarlarla hayvancılık faaliyetinin bir parçası olarak çıkıyorlar, yaylanın verimlerinden yararlanıyorlar. Bir yandan bu gittikçe sınırlandırılan, endüstriyel hayvancılık ve turizm tarafından baskılan, yüzünü yok olmaya ya da endüstriyel olana eklemlenmeye dönen bir pratik. Oysa yaylada hayvanlar da çıkılan yaylanın verimlerinden yararlanıyor, zengin bitki örtüsünden, sularından ve yabanlığından, örneğin inekler için söylüyorum köyde ahırda iki metrekarelik bir hareket alanında kalmak yerine yaylada sabah ahırdan çıkıyor inekler, çoğu zaman kendileri gün boyu yaylayı deneyimliyorlar ve akşam belli bir saatte kendileri yine kendi bulundukları ahıra geliyorlar ve her inek kendi alanını biliyor ve ilişki kurduğu insanları biliyor ve bu ilişkide zamanla özel bir dil gelişiyor kadınlar ve inekler arasında. İşte romantize etme tehlikesi olan yer burası belki de. Çünkü burada sömürü, bu deneyimi ve insan-hayvan karşılaşmalarını açıklayan tek kelime olmaktan çıkıyor ve işin içine duyguları ve farklı konumlulukları katan ve ilişkiye, birlikte-oluşlara odaklanan bir bakış açısı dahil oluyor.
Peki nerede durmalıyız? Ya da ben nerede duruyorum? Öncelikle tür olarak insan ayrıcalığımızı sorgulayan bir yerde duruyorum. Öte yandan bu iki açıklama biçimini kati olarak tercih etmek zorunluluğunun da karşısında duruyorum. Buradaki kompleks ilişkilenmeyi tanıyan, kabul eden bir yerde duruyorum diyeyim. Yani yaylada bir insan-hayvan karşılaşmasını “burada insan egemenliğine odaklanmalıyız ya da hayır burada hayvan özgürlüğüne odaklanmalıyız” şeklinde değerlendirmenin orada gerçekten yaşanan şeyi açıklamada eksik kalacağını düşünüyorum. Bunu aşmanın yolu, bence her bir karşılaşmanın özgünlüğünün farkında olmak ve oradaki ilişkilere odaklanmak. Yani bir inekle karşılaştığımda onun belirli bir inek olduğunun farkında olmak. Ona bakarken, bedeninin soframa gelecek bir et parçası olmak üzere var olmadığını, yaşayan bir canlı olarak dünyayla nasıl ilişkilendiğini gözlemlemek. Onun bilimsel araştırmalarda bir sayı olmaktansa, bir ismi ve bir tarihi olduğunun, bir dünyası olduğunun farkında olmak. Dolayısıyla bu ilişkilerin iktidar ilişkileri boyutunun ve duygu dolayımlarının da farkında olmak. Yine benim de onunla belirli bir konumdan ve tarihten gelerek ilişkileniyor olduğumu fark etmek. Bu ilişkilerde, farklı türlerin bir araya gelişlerinde insanlar ve hayvanlar ne yaşıyor, nasıl değişiyor? Bunu ilişkilendiğimiz bir başkasıyla ya da başkası olarak gördüklerimizle karşılaştığımız her an yapmayı denemekten bahsediyorum, her seferinde yapmak değil belki ama denemek mümkün.
AE: Meseleye edebiyatçı kimliğiyle de yaklaşan biri olarak şunu da sormak istiyorum: Sence hayvan çalışmaları (hem kurmaca hem de eleştiri anlamında) başta edebiyat olmak üzere sanat alanına nasıl bir perspektif katabilir? Bu konuda çalışmaların var mı? Çünkü edebiyat da sinema da bu meseleleri çok uzun zamandır kurmaca düzlemde tartışıyor...
EB: Benim bu konuda bir çalışmam yok, ama dediğin gibi bu disiplinler arasındaki temaslar açıkça görülebilir, hayvan çalışmaları içerisinde edebiyat var, edebiyatta hayvan çalışmaları var, sinema keza öyle. Çok keyifle okuduğum Özlem Güçlü’nün bu alanda çalışmaları var. Yine bununla ilgili aklıma Carol Adams’ın bir paylaşımı geldi. Bir yazısında arkadaşı ve arkadaşının çocuğuyla birlikte sinemaya gittiğini anlatıyordu. Filmin sonunda “Bu filmde hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.” yazmış. Çocuk da bunu görünce çok şaşırmış ve demiş ki, mealen aktarıyorum: “Nasıl yani, masada, o yedikleri gerçek hayvan değil miydi?” Bu işin tabii ki sadece bir yönü. Ama sanıyorum hayvan çalışmaları, özellikle eleştirel hayvan çalışmaları bu berrak çocuksu merakı getirebilir sanata.
AE: Yaylalardan başladık şimdi kapatırken meseleyi kentlere çekmek istiyorum: Yaylada hayvan ve insan arasında kurulan birbirini anlama duyumunun insan ve hayvan oluşun belirsizleşmeye başladığı, silikleştiği anlarda kurulabildiğini söylüyorsun. Bugün büyük kentlerde, ev içlerinde birlikte yaşadığımız kedilerle, köpeklerle, kuşlarla vs. yayladakine benzer bir deneyimi yaşadığımızı düşünebilir miyiz? Ev içlerinde karşılıklı olarak birbirimize mi dönüyoruz acaba?
EB: Bence çok güzel bir kapanış olur bu soru, benim bütün çalışmam boyunca yapmak istediğim şey de zaten yaylaları kat ederek, yayladaki karşılaşmaların bilgisiyle dönüşerek, kendi deneyimimize geri dönmek ve bu deneyimi yeniden oluşturmak. Bu benzer bir deneyim midir dersen, hem evet hem hayır. Öncelikle hayır, çünkü yaylada kurulan insan-hayvan ilişkisinin ekonomisiyle, evde kurulan ilişkinin ekonomisi farklı, birbiriyle bağlantılı ama farklı. Yaylada yaylacıların bir üretici konumu, hayvanların kaynak konumu var ve hayvanların yaşamlarına yapılan insan müdahalesiyle de ortaya çıkan ürünler var, yani hayvanların bedenlerin ete dönüşmesi ve örneğin bir ineğin yavrusunu beslemek için ürettiği sütün alınıp satılması gibi. Bu yüzden yaylada insan-hayvan iletişimi daima belli bir mesafeden, olmak zorunda. O mesafe o belirli hayvanın yaşadığı süre boyunca arka planda tutulsa bile- yani ne de olsa hayvancılığın bir ayağı bir hayvanı yaşatmaya, yaşamın üretilmesine dayanıyor ve orada türler arasında bahsettiğimiz duyguları kapsayan bir ilişki de örülüyor, ama bir aşamada, öldürüleceği zaman, bu mesafe geri çağırılmak zorunda. Öte yandan evet, bir benzerlik görebiliriz evlerde birlikte yaşadığımız hayvanlarla yaşadığımız deneyimle, bu da sorumluluk kavramı aracılığıyla mümkün olabilir diye düşünüyorum. Tabii ki bütün bu ilişkilerin tek tip olmadığını da hatırlamak lazım, “hayvancılıkta kurulan ilişki şöyledir, evlerde şöyledir” diye bir kategorik ayrım da çok doğru olmayabilir. Ve kapsayıcı da olmayabilir çünkü hayvanlarla karşılaştığımız başka alanlar da var: Savaş alanında hayvanlar kullanılıyor, deneylerde kullanılıyor, eğlence sektöründe, kırsalın dışında endüstriyel hayvancılıkta, sokakta karşılaştığımız hayvanlar, sanatta, edebiyatta, hayvanların rehberlik olarak görüldüğü daha spiritüel alanlar var. Bütün bunların hepsinde işleyen iktidar ilişkilerine, temsil sorunlarına ve bir araya gelişlere odaklanmak mümkün. Ve bunu birbirimizi dinleyerek yapabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü Haraway’in dediği gibi hepimiz çaprazlamasına iç içe ilişkilenen sınır bölgelerindeyiz, öyleyse hem birbirimizden sorumluyuz hem de birbirimizin deneyiminden hiç de uzak değiliz.